The Stone Roses'ın 1989'da yayımladığı self-titled debut'su, bu blogun yazarına göre "tüm zamanların en iyi 100 albümü" listesinde 1. sırada bulunuyor. Evet, Ali Ece ile birlikte ülke sathında bu yargıda olan tek insan muhtemelen bendenizim ama bu blogun misyonlarından bir tanesi, takip edenlerin de bileceği üzere (çoğunlukla) "underrated" çalışmalara yer verip, mümkünse gözden kaçan kıymetlerine selam durmak. İşbu yüzden benim için The Stone Roses söz konusu olduğunda ilk albümdense, uzun (5 yıl) bir bekleyişin ardından genel olarak hayal kırıklığı ile karşılanan bu ikinci ve son albümlerine daha önce yer vermek çok daha anlamlı olur kanaatindeyim.
"Second Coming"in erdemlerini saymaya nereden başlamalı? Bir kere, siftahını tüm zamanların en iyi albümlerinden biriyle yapmış (ve Madchester akımının ateşleyicisi olmuş) bir grubun, ikinci işleri için 5 yıl beklemesi, yakaladığı popülarite vesilesiyle "parsayı toplamayı" düşünmemesi inanılmaz bir olay. İkincisi, grubun, aradan uzun bir zaman geçmiş olsa bile ilk albümden sound olarak bu kadar farklı bir şey denemesi, başarıyı getiren (ve patenti kendilerinde bulunan) formüle sırtını çevirmesi de çok büyük bir erdem. Sonuçta kendini tekrar eden ve hayranlarının da bu durumdan gayet memnun olduğu çok sayıda grup mevcut, ki bunların başında Oasis'i sayabiliriz. Hatta, çekirdek dinleyicilerin "şirazeden çıkıldığı" zaman tepki verdikleri de, müzik endüstrisinde sık görünen bir durum.. Metallica "Load"u yaptığı zaman hayranları çok büyük tepki göstermiş, bunun üzerine onlar da ne kadar ilke yoksunu olduklarını kanıtlayarak alelacele "Reload"u kotarmış ve söz konusu hayranların "gönlünü almaya" çalışmıştı, hatırlayınız. Bu ve benzeri örnekleri düşününce The Stone Roses'ın ne kadar büyük bir grup olduğu, kendini her albümde yenilemeye çalıştığı, içinden ne geçiyorsa onu yaptığı ve gerisini umursamadığı net bir şekilde görülüyor.
Bunların yanı sıra, "Second Coming"in, piyasaya sürüldüğü 1994 yılının müzikal konjonktürü açısından da çok farklı bir yerde durduğunu söylemek lâzım. Hatırlayacak olursak o dönem Britanya, Suede'in başını çektiği, Pulp, Oasis, Blur, Radiohead gibi grupların da hakkını fazlasıyla vererek iştirak ettiği Britpop akımının etkisindeydi. Okyanusun öte yanında ise Madchester'ın cenaze namazını kıldıran ve Nirvana ile Soundgarden'ın elebaşısı olduğu Grunge akımı almış başını gidiyordu. Boston menşeli gruplar (Belly, Throwing Muses, The Lemonheads vs.) bir grup, Bristol çıkışlı Massive Attack, Portsihead, Tricky gibi isimler başka bir gruptu. İşte The Stone Roses öyle bir konjonktür içinde, bu akımların ve diğer popüler müziklerin hiçbirine yüz vermeyen, blues tınılarının hakim olduğu gitar ağırlıklı acayip bir albüme imza atmıştı. Dolayısıyla grubun tıpkı 1989'daki gibi avant-garde (öncü) bir topluluk olduğunu bir kez daha gösteren "Second Coming", başyapıt denebilecek bir albümde bulunması gereken tüm (müzik dışı) erdemlere sahip, önce bunu bir yere koyalım.
Peki müzikal olarak ne diyebiliriz? Her şeyden önce Ian Brown'un vokallerinin, ilk işlerine göre çok daha arka planda olduğunu, sahnenin çoğunlukla John Squire'ın inanılmaz gitar riff'lerine ve Mani'nin bass grove'larına bırakıldığını belirtmeliyiz. Ve rahatlıkla söylenebilir ki, bir kez dinleyenin aklından zor çıkacak çok sayıda klasik şarkı var albümde. Müzik tarihinde özel bir yerde duran, kolay kolay taklit edilemeyecek (nitekim hiç kimse etmedi), kendine has bir ruh hâli olan bu eşsiz albüm, pop/rock dinleyen her müzikseverin arşivinde bulunmalı.. 10/10