Axel Willner'ın (aka The Field) ilk uzunçaları olan "From Here We Go Sublime" (2008), bu blogun yazarına göre tüm zamanların en iyi 5 elektronik albümü arasında yer alan katıksız bir başyapıt. Gerçi kariyerine böylesine muazzam bir işle başlayan hemen her müzisyen/grup gibi, Willner da hemen ertesi yıl kotardığı ("Yesterday and Today" isimli) ikinci albümünde ilkinin yarattığı beklentileri karşılayamamış ama yine de eli-ayağı fazlasıyla düzgün bir çalışmaya imza atmak suretiyle sonraki albümü için hayranlarını meraklı bir bekleyişe gark etmişti. Bu bekleyişin biraz uzunca bir süreyi kapsayacağını düşünenlerin aksine, yaratıcılık konusunda fazla sıkıntı çekmediğini gösterir bir şekilde üç yıl içinde üçüncü uzunçalarını geçtiğimiz ayın başlarında piyasaya sürdü Willner ve ilk albümünün seviyesine "neredeyse" yaklaşarak bir kez daha muazzam bir müzik adamı olduğunu cümle âleme gösterdi.
Albümün besteleri, zengin düzenlemeleri ve elektronik bir dans albümü olarak sahip olduğu nitelik bir yana, ilk albümünün yazısında da daha önce belirttiğim gibi naçiz kanaatimce Willner'ın dehası, bir müzisyen olarak bütün bu unsurlarla büyüleyici bir "atmosfer" yaratma becerisinden ileri geliyor. Kelimelerle, cümlelerle ifade edilemeyecek ve sanat tarihinde çok az kişiye ve esere nasip olmuş olan bu maharet, albümün her saniyesinde kaçınılmaz bir şekilde hissediliyor ve dinleyicinin iliklerine kadar işlemeyi başarıyor. Hele açılıştaki "Is This Power", albümün alâmet-i farikası diyebileceğimiz olağanüstü bir şarkı. Derin bir bas, yumuşak vurmalılar, insanı kendinden geçiren keyboard melodisi ve üçte ikisi bittikten sonra evrildiği bambaşka diyarlara bakınca, Willner'ın şimdiye kadarki en iyi işlerinden biri olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz. Sadece o mu, 7 parçanın her biri, 63 dakikalık albümün kusursuzluğa doğru evrilmesi adına üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor ve ortaya çıkan sonuç, 'Melody Maker, Jr.' blogu için, 2011 yılının şimdiye kadarki zirvesi. 10/10
Internet dediğimiz uçsuz-bucaksız deryada bile izini sürmenin kolay olmadığı, hakkında iki satır bir şeyler okumak istediğinizde bunu başaramadığınız, kendi hâlinde, kelimenin gerçek anlamıyla "indie" bir şahsiyetle karşı karşıyayız. Nashville, Tennessee doğumlu Daniel James (aka Canon Blue), Nick Drake ve Serge Gainsbourg gibi şarkı yazarlarının ve Boards of Canada gibi elektronik icracıların izinden giden, güzel mi güzel bir ses ve nefis vokal melodileriyle bu karışımı süsleyen mütevazı bir kardeşimiz. Grizzly Bear grubundan Chris Taylor'ın kaydettiği, Şilili elektronik dehası Christian Vogel'ın son "rötuşlarını" yaptığı ilk uzunçaları "Colonies"i 2007'de yayımlayan James, söz konusu albümün Avrupa turnesi esnasında fırsat bulduğu anlarda kaydettiği şarkılardan oluşan ikinci albümü "Rumspringa" ile 2011'in güzel sürprizlerinden birine imza atıyor.
Albümün çok nitelikli, dinleyenin aklını başından alan ve yıl sonu listelerine tepelerden girecek bir çalışma olduğunu söylemek mümkün değil ama zaten müziği de bu kriterlerle dinlemiyoruz. Beklentilerin düşük seviyede tutulması durumunda gayet keyif verici, insanı yormadığı gibi bilakis dinlendiren, eli-ayağı düzgün ve en önemlisi pür bir "samimiyetle" kotarılmış bu albümden tatmin olmamak için bir neden yok. Amiina isimli yaylı çalgılar dörtlüsü ile çalışan James, bu grubun dokunuşlarının albümdeki her şarkıya belirgin ve baskın bir şekilde nüfuz etmesine izin vermiş ve ortaya çıkan sonucun fazlasıyla tatmin edici olduğunu belirtmek gerekiyor. Piyano ve trompet gibi çalgıların da uyumlu şekilde entegre olduğu, James'in sevimli vokaliyle taçlandırdığı "Rumspringa", yoğun bir işgününün ardından eve gelip "beni fazla yormayacak bir şeyler dinleyeyim" dediğinizde çekinmeden başvurabileceğiniz sıcakkanlı, anlayışlı ve sadık bir dost gibi.. 8/10
Ann Arbor, Michigan yerlisi Andrew Cohen'ın (aka Mayer Hawthorne) müziğini tanımlamaya acaba nereden, nasıl başlamalı? 2000'li yılların ilk yarısında çeşitli gruplara dâhil olup ayrılan, akabinde solo olarak takılmaya başlayan ama muhtemelen çalışmalarını eş-dost-akraba üçgeninin dışına taşıyabilmeyi o zamanlar pek de düşünmeyen multi-enstrümantalist adamımız, '60'ların sonu/'70'lerin başı soul single'larını anımsatan şarkılarının bir yapımcı tarafından çok beğenilmesiyle işi ciddiye döker. Ne denli yetenekli bir sanatçı olduğunu kanıtlayan çeşitli single'lar peş peşe geldikten sonra nihayet 2009 yılında "A Strange Arrangement" isimli ilk uzunçalarını kotarır. Son derece olumlu eleştiriler alan, satış olarak da fena bir seyir izlemeyen (ve başta Kanye West olmak üzere pek çok ünlü ismin övgüsüne mazhar olan) söz konusu debut'nun ardından, içinde bulunduğumuz ayın başlarında işbu postun konusunu teşkil eden ikinci albümü piyasaya sürülür.
Hawthorne'un müziği için "samimi, romantik, yumuşak, duyarlı, nazik, yerinde duramayan, iyi huylu" gibi pek çok sıfat akıllara gelebilir. Soul ve R&B sınırları dâhilinde gezinen ama bu türlerin "en dinlenebilir, en rafine ve en pop" hallerini ortaya koyan sanatçı (ki bu asla kötü bir şey değil), albümdeki hemen hemen tüm enstrümanları da kendisi çalıyor. Müziğinin en önemli elementi ise tanrı vergisi diyebileceğimiz olağanüstü güzellikteki sesi. Hemen her şarkıya damgasını vuran ve dinleyeni adeta kendinden geçiren bu ses, Hawthorne'un yine bizzat kendi yazdığı seksi ve duygusal liriklerle birleşiyor ve karşı konulması neredeyse imkânsız bir karışım çıkıyor ortaya. 8/10
Weezer, '90'ların başında post-grunge akımının en popüler grubuydu. Daha ilk albümleri olan "Weezer (Blue Album)" ile hem eleştirel hem de ticarî anlamda zirveye ulaşan grup, niteliksel olarak hiç ödün vermeden günümüzde de müthiş pop-punk albümleri yapmaya devam ediyor. Gerçi, dün itibarıyla (daha 40 yaşında) vefat eden kurucu üye Mikey Welsh bundan böyle grupla birlikte çalamayacak. Biz de bu arada bu postu onun aziz hatırasına adamış olalım.
Konumuz, Weezer'ı bir MTV fenomenine dönüştüren "Buddy Holly" videosu.. Debut albümlerinin ikinci single'ı olarak piyasaya sürülen şarkı zaten mükemmel bir post-modern klasik ama video, zaman içinde parçanın kendisini bile aşan bir popülariteye sahip olmayı başardı. 1970'lerin kült sitcom dizisi "Happy Days"i kendisine fon seçen klip, dizide yer alan "Arnold'ın Yeri"nde geçiyor. Sitcom'un bizzat kendisinden alınan görüntülerle yeni çekilen sahnelerin birleştirilmesi, kimi zaman da üst üste bindirilmesiyle oluşturulan videonun, fon seçtiği dönemin ruhunu bire bir yansıtan muazzam bir atmosferi var. Weezer elemanları kumaş pantolon, gömlek, ince kravat ve sarı yelekleriyle Arnold'ın Yeri'nde şarkı söylüyor, kanı kaynayan gençler de yerinde duramayıp kendilerini sahneye atıyor. Ve videonun en güzel sürprizinde "Happy Days"in en havalı karakteri olan Fonzie (Arthur Herbert Fonzarelli), bir kurgu ve dublör mucizesi sayesinde Weezer'ın performansı eşliğinde sahnede dans ediyor, herkesi kendine hayran bırakıyor ve koluna iki tane genç kız takıp mekânı terk ediyor :)
Yönetmen Spike Jonze, daha 1 yıl önce The Breeders'ın "Cannonball"una çektiği video ile tüm dikkatleri üzerine toplamışken, 1994'te "Buddy Holly" ve "Sabotage", 1995'te de "It's Oh So Quiet" ile tüm zamanların en iyi müzik video yönetmenlerinden biri olarak mimlendi. "Buddy Holly" ise 1995 MTV Müzik Ödülleri'nde tam 4 ödül kazandı. Ayrıca Modern Sanatlar Müzesi'nin müzik sergisinde kendine yer buldu.
Grunge akımının Nirvana ve Soundgarden ile birlikte en önemli grubu olan Pearl Jam'in kariyerindeki en iyi parça diyebileceğimiz Jeremy, aynı zamanda insanı her seyredişte daha fazla etkileyen olağanüstü bir videoya sahip. Ve videonun hikâyesi de en az şarkının kendisi kadar ilgi çekici. İlk olarak solist Eddie Vedder, arkadaşı olan fotoğrafçı Chris Cuffaro ile herhangi bir parçalarına bir video çekmek için anlaşır. Plak şirketi (Epic) de "Ten" albümünden istedikleri bir şarkıyı kullanabileceklerini söyler. Ve fakat Cuffaro "Jeremy"yi seçince, single olarak düşünülmeyen bu parçanın videosunu finanase etmeyeceklerini, çok istiyorsa maliyeti Cuffaro'nun kendisinin üstlenmesini isterler. O da mobilyalarını, gitar koleksiyonunun yarısını vs. satarak parayı toplar ve videoyu kotarır. Ama 6 ayda çektiği video Epic tarafından reddedilir ve hiç gösterime çıkmaz. Sadece kendi web sitesinden ulaşılabilen o gizemli video burada..
Bu arada Cuffaro videosunu tamamlarken Epic de "Jeremy"yi single olarak yayımlamaya karar verir. Yönetmen Mark Pellington ile anlaşılır ve onun, herkesçe bilinen, yüksek bütçeli muhteşem çalışması ortaya çıkar. Videoda, Jeremy'yi canlandıran genç aktör Trevor Wilson'ı, adeta bir kolajı andıran hızlı resimler içinde ormanda tablolar yaparken, ailesiyle bir akşam yemeğinde şiddetli bir kavga ederken, sınıf arkadaşlarının alaycı gülüşlerine maruz kalırken vs. görürüz. Videonun bu kısımları tam bir estetik duygusuyla çekilmiş stilize sahnelerden oluşur ve araya Eddie Vedder'ın şarkı söylerkenki etkileyici görüntüsü, yakın plan çekimlerle serpiştirilir. Aynı zamanda ekranda "problem, sıkılmak, akran, zararsız, genç" gibi kelimeler bir görünüp bir kaybolur. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı ise "Genesis 3:6" ibaresidir, zira İncil'de ilk günahın ve Adem ile Havva'nın hikâyesinin anlatıldığı bölüme referans teşkil eder.
Şarkı yoğunlaştıkça Jeremy'nin hal ve hareketleri giderek eksajere olmaya başlar ve onu büyük bir yangının önünde, Amerikan bayrağına sarılmış bir şekilde, kameraya bakarken gördüğümüz plan ile birlikte işlerin çığrından çıkmaya başladığını anlarız. Final sahnesinde Jeremy üzeri çıplak bir şekilde sınıfa girer, bir beyzbol topunu hocaya doğru atar. Sınıfın önünde durur ve cebinden çıkardığı tabancasını ağzına dayayarak kendi kafasını uçurur (bu sahneden hemen önce Vedder'ın parmağını bir silah gibi doğrultarak kendi şakağına götürdüğü de görülmektedir). Ardından son görüntü olarak muhtemel tüm acımasız hükümlerin ve sert ifadelerin karalandığı o "karatahta"lardan biri, tavandan sarkmış bir şekilde sallanırken gösterilir.
MTV versiyonunda Jeremy'nin intihar ettiği an yer almaz, sadece sınıf arkadaşlarının üzerine sıçrayan kanlar yakın çekimlerle seyirciye gösterilir. Bu kısımda hareket etmeyen öğrenciler yüzünden çoğu hayran, Jeremy'nin kendisini değil sınıf arkadaşlarını öldürdüğüne inanmak istemiştir ama Pellington bunu şiddetle reddeder. Zaten klip boyunca "hareket eden" yagâne insan Jeremy'dir ve diğer herkes bilinçli bir şekilde onun hayatındaki birer tablo gibi sunulmuştur. Dolayısıyla sadece donmuş öğrenci görüntüleri yüzünden böyle bir çıkarım yapmak doğru değildir.
Üzerine daha çok şey yazılabilecek olan video, adeta lanetli bir başyapıttır. Çünkü sonraki yıllarda gerçekleşen kimi "lise katliam" haberlerinde sık sık adı anılmış, hatta 1996 yılında Washington'da gerçekleşen Frontier Junior High School olayında öğretmeni ile iki arkadaşını öldüren 14 yaşındaki Barry Loukaitis, mahkemede direkt olarak videodan etkilendiğini söylemiştir. 1999 yılındaki meşhur Columbine hadisesinden sonra ise MTV ve Vh1 videoyu çok nadiren yayınlamaya başlar.
Şarkılarının birer video olarak hatırlanmasını istemeyen grup üyeleri de, 1998 yılına kadar başka herhangi bir parçalarına video çekmemiştir.
Özetle, 1993 yılında "En iyi müzik videosu" dâhil olmak üzere 4 dalda MTV Müzik Ödülü alan "Jeremy", üzerinden yüz yıl geçse bile sahip olduğu ruh sayesinde her daim canlı ve etkileyici olarak kalacak olağanüstü bir sanat eseri..
2006 yılının en ilginç ve beklenmedik indie başarılarından biri, Albuquerque doğumlu Zach Condon'ın tek kişilik projesi olarak başlayan Beirut'a aitti. "The Gulag Orkestar" adlı söz konusu albümün zengin muhteviyatında Orta Avrupa Çingene müziklerinden The Decemberists tarzı lo-fi indie-folk'a, psychedelic deneylerden yumuşak pop parçalarına kadar uzanan oldukça zengin bir çeşitlilik görülüyordu. Böyle bir karışımı eline-yüzüne bulaştırmadan, kıvamı tutturarak gerçekleştirmek çok zor olmasına rağmen pek çoklarına göre (ki buna biz de dâhiliz) Condon ve arkadaşları bunu başarmıştı. Bir yıl sonraki "The Flying Club Cup" ilki kadar ilgi görmese de en az onun kadar nitelikli bir albümdü ve grup, bu çalışmanın ardından diskografisinde 4 yıllık bir ara verdi. Uzun zamandır beklenen ve nihayet 30 Ağustos'ta piyasaya çıkan "The Rip Tide" ise kanaatime göre şimdiye kadarki en iyi albümleri..
20'ye yakın enstrümanı tek başına çalabilen Condon'ın bizzat kendi çaldığı nefesliler, akordeon ve ukulele ile dikkat çeken açılıştaki "A Candle's Fire"dan kapanıştaki "Port of Call"a kadar zengin armoniler, dinleyeni hemen yakalayan nefis melodiler ve The Magnetic Fields tarzı olgun bir vokal ile bezeli albümde, Condon'ın doğduğu topraklara saygı duruşunda bulunduğu "Santa Fe" gibi olağanüstü pop şarkıları da var. Sanki Arnavut kaldırımlı bir Doğu Akdeniz köyünün deniz kenarındaki bir kafe'sinde kokteyl içerken yazılmış ve başka bir zamana aitmiş gibi görünen, eli-ayağı fazlasıyla düzgün bir albüm "The Rip Tide".. 8/10
Naçiz kanaatime göre tüm zamanların en iyi birkaç pop şarkısından biri olan bu müthiş klasiğin, aynı zamanda kendi kalibresinde bir videosu var. Genç Hollywood dehası David Fincher'ın sayısız harikasından biri olan videoda George Michael'ın kendisi hiç görünmezken, dönemin ünlü süpermodelleri Cindy Crawford, Naomi Campbell, Linda Evangelista, Christy Turlington ve Tatjana Patitz, 3 erkek modelle birlikte şarkının sözlerine playback yapıyor. Videonun genel anlamda tarzı ve görsel atmosferi, kameranın (Jeff Cronenweth tarafından) dinamik bir şekilde kullanılışı, ortaya çıkan resimler vs. harikulade ama en önemli özelliği, bir magazin notu.. O dönemlerde "Faith"in klibinde yer alan ve adeta George Michael ile özdeşleşen 3 şey burada yok ediliyor: Deri ceketi yanıyor, gitar parçalanıyor ve jukebox patlıyor. Bu görüntüler aynı zamanda Michael'ın, zirveden başlayan kariyerinin sonraki yıllarda gideceği yolu da bir anlamda sembolize ediyor. Tek kelimeyle olağanüstü..
The Stone Roses'ın 1989'da yayımladığı self-titled debut'su, bu blogun yazarına göre "tüm zamanların en iyi 100 albümü" listesinde 1. sırada bulunuyor. Evet, Ali Ece ile birlikte ülke sathında bu yargıda olan tek insan muhtemelen bendenizim ama bu blogun misyonlarından bir tanesi, takip edenlerin de bileceği üzere (çoğunlukla) "underrated" çalışmalara yer verip, mümkünse gözden kaçan kıymetlerine selam durmak. İşbu yüzden benim için The Stone Roses söz konusu olduğunda ilk albümdense, uzun (5 yıl) bir bekleyişin ardından genel olarak hayal kırıklığı ile karşılanan bu ikinci ve son albümlerine daha önce yer vermek çok daha anlamlı olur kanaatindeyim.
"Second Coming"in erdemlerini saymaya nereden başlamalı? Bir kere, siftahını tüm zamanların en iyi albümlerinden biriyle yapmış (ve Madchester akımının ateşleyicisi olmuş) bir grubun, ikinci işleri için 5 yıl beklemesi, yakaladığı popülarite vesilesiyle "parsayı toplamayı" düşünmemesi inanılmaz bir olay. İkincisi, grubun, aradan uzun bir zaman geçmiş olsa bile ilk albümden sound olarak bu kadar farklı bir şey denemesi, başarıyı getiren (ve patenti kendilerinde bulunan) formüle sırtını çevirmesi de çok büyük bir erdem. Sonuçta kendini tekrar eden ve hayranlarının da bu durumdan gayet memnun olduğu çok sayıda grup mevcut, ki bunların başında Oasis'i sayabiliriz. Hatta, çekirdek dinleyicilerin "şirazeden çıkıldığı" zaman tepki verdikleri de, müzik endüstrisinde sık görünen bir durum.. Metallica "Load"u yaptığı zaman hayranları çok büyük tepki göstermiş, bunun üzerine onlar da ne kadar ilke yoksunu olduklarını kanıtlayarak alelacele "Reload"u kotarmış ve söz konusu hayranların "gönlünü almaya" çalışmıştı, hatırlayınız. Bu ve benzeri örnekleri düşününce The Stone Roses'ın ne kadar büyük bir grup olduğu, kendini her albümde yenilemeye çalıştığı, içinden ne geçiyorsa onu yaptığı ve gerisini umursamadığı net bir şekilde görülüyor.
Bunların yanı sıra, "Second Coming"in, piyasaya sürüldüğü 1994 yılının müzikal konjonktürü açısından da çok farklı bir yerde durduğunu söylemek lâzım. Hatırlayacak olursak o dönem Britanya, Suede'in başını çektiği, Pulp, Oasis, Blur, Radiohead gibi grupların da hakkını fazlasıyla vererek iştirak ettiği Britpop akımının etkisindeydi. Okyanusun öte yanında ise Madchester'ın cenaze namazını kıldıran ve Nirvana ile Soundgarden'ın elebaşısı olduğu Grunge akımı almış başını gidiyordu. Boston menşeli gruplar (Belly, Throwing Muses, The Lemonheads vs.) bir grup, Bristol çıkışlı Massive Attack, Portsihead, Tricky gibi isimler başka bir gruptu. İşte The Stone Roses öyle bir konjonktür içinde, bu akımların ve diğer popüler müziklerin hiçbirine yüz vermeyen, blues tınılarının hakim olduğu gitar ağırlıklı acayip bir albüme imza atmıştı. Dolayısıyla grubun tıpkı 1989'daki gibi avant-garde (öncü) bir topluluk olduğunu bir kez daha gösteren "Second Coming", başyapıt denebilecek bir albümde bulunması gereken tüm (müzik dışı) erdemlere sahip, önce bunu bir yere koyalım.
Peki müzikal olarak ne diyebiliriz? Her şeyden önce Ian Brown'un vokallerinin, ilk işlerine göre çok daha arka planda olduğunu, sahnenin çoğunlukla John Squire'ın inanılmaz gitar riff'lerine ve Mani'nin bass grove'larına bırakıldığını belirtmeliyiz. Ve rahatlıkla söylenebilir ki, bir kez dinleyenin aklından zor çıkacak çok sayıda klasik şarkı var albümde. Müzik tarihinde özel bir yerde duran, kolay kolay taklit edilemeyecek (nitekim hiç kimse etmedi), kendine has bir ruh hâli olan bu eşsiz albüm, pop/rock dinleyen her müzikseverin arşivinde bulunmalı.. 10/10
Michael Chapman ve Archers of Loaf'un ardından yılın bir diğer reissue albümü R.E.M.'den geliyor. 1980'lerin başındaki müzik konjonktüründe kendisine makul bir yer edinip üst üste ("Murmur" ve "Reckoning" gibi) müthiş albümler yaratan grup, üçüncü uzunçaları "Fables of the Reconstruction" ile oldukça karanlık sulara girdikten sonra tam tersi, neşeli ve çağdaş bir albümle geri dönmüştü. Daha önce John Mellencamp ile de çalışmış olan Don Gehman'ın prodüktörlüğünde, grubun eski hard rock günlerine dönüşünü gösteren şarkıların yanı sıra, mid-tempo hitler ve ballad'lar da 37 dakikalık albüm boyunca adeta resmî geçit yapıyor. Şarkı sözlerinde ise Michael Stipe'ın politik takıntılarının gittikçe yerine oturduğu görülebiliyor. Grubun bugün bile en iyi şarkılarından biri olan "Superman"i de ihtiva eden albüm, belki diskografilerindeki en iyi işleri arasında ilk bakışta sayılmayabilir ama bu durum, sahip olduğu değeri görmezden getirmemeli.. 9/10
1980'ler, gençlerin "Duran Duran'ciler" ve "A-ha'cılar" olarak ayrıldığı dönemlerdi. Daha yaşımız küçük olmasına rağmen her ikisini de reddedecek kadar müzik zevkine sahip olduğumuz için bugün geriye bakıp gurur duyduğumuz bu kısır çatışma, gruplardan ikisine de bir şey kazandırmadı belki ama zaten "Blur vs. Oasis" gibi keskin bir ayrım da değildi bu. Her ne kadar bu ikisi arasında Duran Duran'in daha fazla akılda kalan, daha güzel şarkılara imza attığını rahatlıkla söyleyebilecek olsak da, söz konusu iki grubun kariyerlerinin toplamından çıkan en başarılı iş, kesinlikle bu video. O zamana kadar kliplerde pek kullanılmamış rotoskopi (video filmini önce çekip, sonra frame frame oynatıp, her frame'in üzerine kâğıt koyup çizerek kopyalamak) yöntemini kullanması ve bunu son derece naif ve sıcak bir öykünün içine yedirmesi nedeniyle, bir kez seyredenin aklından kesinlikle çıkmayacak bir deneyim sunuyor "Take on Me" (ki söz konusu yöntemle tam 16 hafta uğraşılarak 3000'den fazla frame kopyalanmıştı). İşin yaratıcısı olan yönetmen Steve Barron ise, Michael Jackson'dan "Billie Jean" ve Dire Straits'ten "Money for Nothing" başta olmak üzere çok tanınmış videoların sahibi olan önemli bir isim.
1986 MTV Müzik Ödülleri'nde 8 dalda aday olan "Take on Me" bunların 6'sında ipi göğüslemeyi başarmıştı. Şurası rahatlıkla söylenebilir ki bu güzide video, üzerinden geçen 25 seneye ve teknolojideki akıl almaz gelişime rağmen, bugün bile insanı etkilemeyi başarıyor.
Superchunk ve Polvo gibi güzide grupların da memleketi olan Chapel Hill (North Carolina) menşeli Archers of Loaf, '90'lı yılların ortasına doğru kotardığı bu ilk albümüyle, indie sahnesinin dikkat çekici gruplarından biri hâline gelmeyi başarmıştı. Gitar ağırlıklı, son derece enerjik ve bol katmanlı bir müzik icra eden dörtlü, 2000 yılına kadar sürdürdüğü çalışmaları arasında bir daha bu seviyeye yaklaşan bir işe imza atamadı belki ama grubun konserler vermek amacıyla tekrar bir araya gelmesi üzerine yeniden piyasaya sürülen "Icky Mettle", hâlâ ilk günkü gibi yüksek kalite ve enerjiyle tınlıyor. Her ne kadar bazı dinleyiciler için biraz fazla gürültülü olsa da armoni zengini olan Archers of Loaf müziği, arayışlarını guitar-rock dediğimiz tarzın spekturumu içinde olabildiğine geniş bir alana yayarken, albümün bütününe sirayet etmiş bulunan tuhaf gerilim duygusu ve tahrip edilmiş sesler vasıtasıyla varmak istediği noktaya ulaşmayı başarıyor ve '90'lar indie peyzajına kalıcı bir imza atıyor.. 9/10
"Genesis bünyesinden çıkan yegâne düzgün şey olan Peter Gabriel"ın kariyerindeki en popüler çalışması Sledgehammer, bu tip listelerde kendisine her daim sağlam bir yer bulmayı başarıyor. "Wallace and Gromit" ile "Brothers Quay" gibi ünlü animasyonların da yaratıcısı Aardman Stüdyoları tarafından Stephen R. Johnson'a yönettirilen video, stop-motion tekniğinin belki de dünyada tanınmasını sağlayan yapımlardan biri. Gerçi bu teknik, örneğin 1985'te Talking Heads hiti Road to Nowhere'in videosunda da kullanılmıştı ama söz konusu tekniğin hakkını daha iyi veren bir müzik videosu hiç yapılmadı desek yeridir. Üzerinden geçen 25 yıla rağmen hâlâ popülaritesini korumayı başarması da bunun kanıtı zaten. Hele de fırında pişmiş başsız hindilerin dans ettiği sahne, bir kez görenin aklından kolay kolay çıkmıyor, bunu özellikle belirtmek gerek. Gabriel'ın insan üstü zorluktaki çekim maceraları ile de ünlenen yapımın, MTV tarafından "kanal tarihinde en çok gösterilen video" olarak ilan edildiğini belirtirsek, herhalde önemi daha iyi anlaşılır. 1987 MTV Müzik Ödüllerinde 9 dalda ödül kazanan Sledgehammer, 2011 itibarıyla bu rekoru hâlâ elinde bulunduruyor.
Neo-soul akımının bayrak isimlerinden multi-enstrümantalist Raphael Saadiq, yıllarca çeşitli gruplarla ve (yapımcı olarak) sanatçılarla yaptığı verimli işbirliklerinin ardından, 2002 yılında başladığı solo kariyerinin beşinci ve en başarılı nüvesini vermiş bulunuyor. Davul, gitar ve keyboard'ların pek çoğunu kendisinin çaldığı bu büyük prodüksiyonda Saadiq'a aynı zamanda Jack Ashford (vurmalılar) ve Paul Riser (yaylı düzenlemeler) ile Earth, Wind & Fire'dan Larry Dunn ve Little Dragon'dan Yukimi Nagano gibi isimler eşlik ediyor. 6 yaşından beri (39 yıldır!) müzikle uğraşan Saadiq, "The Way I See It" isimli (yine mutlaka arşive eklenmesi gereken) bir önceki albümüne göre daha karmaşık, daha psychedelic ve daha az berrak bir sound'a imza atarken; '60'lar ortasının motown akımı, '70'ler başının Philly soul'u ve bizzat Ray Charles'ın kendisi gibi bariz ilham kaynaklarından beslenen akıl almaz bir çeşitliliğin altından alnının akıyla çıkmayı başarıyor. 9/10
Madonna'nın '80'lerin ortasından itibaren birkaç şarkısına çekilmiş çok iyi klipleri var. Onlar arasında "Lucky Star" ve "Express Yourself" bence ön plana çıkıyor ama pop divasının gelmiş geçmiş en iyi videosu kesinlikle bu. Yönetmen koltuğunda, kariyerinin ilerleyen yıllarında sinema tarihinin en iyi 100 filminden birine ("Se7en"), bir kuşağın manifestosu hâline gelen bir başka klasiğe ("Fight Club") ve daha nice müthiş yapıma imza atacak olan Hollywood'un harika çocuğu David Fincher var (kendisinin totalde Madonna ile 4 çalışması mevcut ve "Express Yourself" de onlardan biri). Siyah-beyaz çekilmiş olan bu videoda, "Hollywood'un Altın Çağı"nın (1940'lar) en ünlü fotoğrafçılarından Horst P. Horst'un çalışmaları, görsel yapı açısından en büyük esin kaynağını oluşturuyor. Aynı zamanda şarkı sözlerinde ismi zikredilen Marilyn Monroe, Jean Harlow, Greta Garbo, Marlene Dietrich, Veronica Lake, Katherine Hepburn gibi yıldızların portre fotoğrafları da, ilham kaynağı olarak bir şekilde kendisine yer bulmuş. Elbette videonun en ünlü sahnesi, Madonna'nın göğüs uçlarının görülebildiği, transparan bluzlu sahne.. İlk gösterime girdiği dönemlerde MTV, şarkıcıdan bu planların çıkarıldığı bir versiyon talep etmiş ama Madonna bunu şiddetle reddetmişti. Gündüz kuşağında televizyonlar söz konusu sahne yerine ağır çekimde dans görüntülerinin olduğu başka planlar ekleyerek bu "problemi" aşmaya çalıştı.
Dans sahnelerinin koreografisi ile de öne çıkan ve (32 yaşındaki) Madonna'nın en güzel hâlini görselleştiren "Vogue", tüm zamanların en iyileri arasındaki yerini 20 senedir korumayı başarmış, kusursuz bir video..
Vokalist Abel Tesfaye'in tek kişilik projesi The Weeknd, genel anlamda büyük beğeni ile karşılanan debut albümüyle "17 yaş üstü" dinleyiciler için ilgi çekici ve etkileyici bir seçenek ortaya koymayı başarıyor. Gece yarısı hikâyeleri ve uyuşturucu seanslarıyla bezenmiş olan şarkı sözleri açısından durum gerçekten de böyle ve (sadece 21 yaşındaki) Tesfaye'in bu konudaki yetkinliği tam anlamıyla göz kamaştırıcı. Ama öte yandan müzikal olarak bakıldığında da fazlasıyla doyurucu bir işle karşı karşıya olduğumuzu belirtmek gerek. R&B vokal ve melodilerinin elektronik aksamla uyumlu birlikteliği, ortaya konan rahatsız edici ve karanlık atmosferle tezat bir görünüm arz ediyor ve albümün öyle bir ruh hâli var ki, dinleyici her an bir şeylerin kötüye gideceği hissinden bir türlü kurtulamıyor. Beach House ve Siouxsie and the Banshees gibi gruplardan ödünç alınan sample'ların başarıyla entegre edildiği parçalar arasında diğerlerinden sıyrılan bir tanesi olmadığı gibi, bir adım geride kalan da yok; ki bu çok iyi bir şey, takdir edersiniz. Sonuç olarak bir ilk albüm için ziyadesiyle başarılı ve umut veren bir işle karşı karşıya olduğumuz rahatlıkla söylenebilir. 9/10
Üzerine fazla bir şey söylemeye gerek yok; şayet bugün "music video" diye bir şey varsa bunu, muhtemelen bu harikulade kısa filme borçluyuz. Michael Jackson'ın, 1981 tarihli "An American Werewolf in London" filmini çok beğendiği için yönetmen John Landis'i kiraladığını, 1 milyon doları (Landis'e göre 500 bin) bastırıp bu klibi çektirdiğini, yaratıcı fikrin ve konseptin çoğunun da Jackson'ın vizyonundan geldiğini biliyoruz. Özellikle zombiler yeryüzüne çıktıktan sonra dans ederken sergilenen koreografi ve figürler, akıllara durgunluk verecek kadar güzel. Aynı zamanda "milyonların sevgilisi" bir sanatçı olarak bir insanın kendini bu klipteki gibi konumlandırılması da fazlasıyla özgüven ve cesaret gerektiren bir olay. Nitekim gösterime girdiği dönemde aldığı müthiş övgülerin yanı sıra çok fazla şiddet içerdiği, gençleri "Michael kız arkadaşını korkutup dehşete düşürüyorsa, neden ben de yapmayayım?" gibi bir psikolojiye sürükleyebileceği (Dr. Thomas Radecki, LA Times) yönünde birtakım eleştirilere de maruz kalmıştı. Ama hakkında söylenen hiçbir şey (Jackson'ın ne kadar çok yönlü ve ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu kanıtlayan) "Thriller"ın, tüm zamanların gelmiş geçmiş en önemli videosu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Massive Attack ve Portishead'in memleketi Bristol'da 2004 yılında kurulan Fuck Buttons, söz konusu grupların müziğiyle alâkası bile olmayan deneysel, gürültülü ve alternatif icraatlarına, ikinci albümle birlikte belirgin bir ivme kazandırmış görünüyor. Debut işleri "Street Horrrsing"e göre daha az patlayıcı ama daha zengin (mesela lazer güdümlü beat'lerle bezeli), daha komplike, açık bir şekilde daha elektronik ve kulağa daha hoş gelen bir albüm olduğu rahatlıkla söylenebilir "Tarot Sport"un. Açılıştaki "Surf Solar" ve (özellikle de) kapanıştaki "Flight of the Feathered Serpent" gibi akıllara ziyan güzellikte şarkılar da ihtiva eden albümün prodüktörlüğünü Two Lone Swordsmen grubundan Andrew Weatherall yapmış; ki onun farklılık arz eden dokunuşunu 1 saatlik çalışmanın her ânında hissetmek mümkün. "Street Horrrsing"in çiğ, vahşi ve uyumsuzluktan beslenen pür dokusunu arayan hayranlar da olmuştur belki ama benim açımdan "Tarot Sport", daha planlı ve daha odaklanmış olan bu hâliyle grubun kariyeri için bir ileri adım... 9/10
90'lı yılların en baba gruplarından biri olan Beastie Boys'un bu videosu, aynı zamanda tüm zamanların en stil sahibi ama en boş klipleri arasına da rahatlıkla girer. Herhangi bir şey söyleme gibi bir amacı olmayan; kamera açıları, çekimleri, karakterleri ve kostümleriyle 70'lı yılların "kaçma-kovalamaca" merkezli Amerikan dizi ve filmlerinden (bkz. "San Francisco Sokakları") feyz alan ama başı-sonu belli bir hikâye anlatmak gibi sıkıntılardan tamamen uzak, izleyicisine full aksiyon vaat eden muhteşem bir eğlencelik... Feyz aldığını belirttiğim o yapımlarla kafa bulduğu da söylenir genelde ama ben amacın tam olarak bu olduğunu sanmıyorum. Zira yönetmen Spike Jonze 1999'da çektiği "Being John Malkovich" ile sinemada da kendini kanıtlamadan önce yıllar boyunca bu dâhil pek çok muhteşem videoya imza atmış ve onlarda da sinema tarihine olan sevgisini ve ilgisini açık etmişti (örneğin Björk'un "It's Oh So Quiet" şarkısına çektiği video Jacques Demy'nin "Cherbourg Şemsiyeleri" isimli muhteşem müzikalinden, The Breeders'ın mucizevî "Cannonball" şarkısına çektiği video ise 1956 yapımı, "The Red Balloon" isimli çocuk filminden esinleniyordu). Ne olursa olsun bu video bile tek başına onun dehasını kanıtlamaya yeterli.
Ve tabii ki şarkı ayrı bir güzel, onu da eklemek gerekiyor.
Beastie Boys - Sabotage (1994) Yönetmen: Spike Jonze
Arab Strab grubunun (Malcolm Middleton olmayan) yarısı İskoç şarkıcı/şarkı yazarı Aidan Moffat, 2008 yılında başladığı solo kariyerinin şimdiye kadarki en leziz ve olgun meyvesini vermiş bulunuyor. İskoç müzik camiasının saygın isimlerinden jazz müzisyeni/yapımcı/multi enstrümantalist Bill Wells ile ortaklaşa kotardığı albümde Wells'in yetkin ve işbilir düzenlemeleri, tam olması gereken yerde devreye soktuğu enstrümanlar ve sesler (fırça bagetli bateri, trompet, piyano vs.), Moffat'in herkesçe bilinen ve takdir edilen şarkı sözleri ile müthiş bir uyum sergiliyor. Aynı zamanda vokal melodisinden yoksun, konuşur gibi söylenen şarkıların tuhaf ama dinleyeni içine çeken bir havası da var. Albümdeki her parçada, bir bütün olarak söz konusu havayı ve yakalanmış olan uyumu teneffüs etmek mümkün. Hem Wells hem Moffat, melankolik ve hüzünlü müzikten hoşlanan müzikseverler için dinlenmesi zorunlu olan bu albüm ve işbirliği için ayrı ayrı takdir edilmeli.. 9/10
1992 yılında, o güne kadar "bir, iki, üç, hobaa!" şeklinde tezahür eden rap müziğin tarihini değiştiren, bu müziğe bir "karakter, duruş" katan, kendi çektiği bu videoyla da küçük çaplı devrimine "imzasını" koyan Dr. Dre bir kez daha konuğumuz oluyor. Videonun kendisi daha önce yer verdiklerimiz gibi müthiş fikirler, görsel efektler vs. içermiyor. Olabildiğine sade ve klasik bir yapısı var ama söz konusu doğallığı, ortaya koyduğu tavır ile müthiş bir uyum sergilerken, adamlarımızın geçirdiği "sıradan" bir günü başından sonuna kadar "olduğu gibi" görselleştiriyor: Snoop Dogg'un benzer her filmde gördüğümüz klasik "siyahî aile" eşrafı ve kaos içindeki evi, cabrio Chevy arabalar, o arabaları zıplatarak sergilenen olağanüstü şovlar (bir tek motorların sesi eksik), barbekü partisi, "çete" görüntüleri, Crenshaw'da gezinti, polise laf atmalar, akşam gidilen müthiş parti, ağzına kadar içki dolu buzdolabı, St.Ides likörüyle banyo yaptırılan güzel kız vs. Ama en güzeli hangisi? Dre'nin en sona sakladığı o görüntü: Dre, Dogg'u sabah güneş doğarken evine bırakıyor ve hepimiz şunu biliyoruz; biraz uyuyup uyanacak ve bu yaptıklarını ebediyen yapmaya devam edecekler. Tek kelimeyle olağanüstü...
Dr. Dre ft. Snoop Dogg - Nuthin' But A "G" Thang (1993) Yönetmen: Andre Young (Dr. Dre)
Magnétophone ve U.N.P.O.C. gruplarının eski üyesi, Skuobhie Dubh Orchestra ve Khartoum Heroes gruplarının da eski vokalisti olan İskoç şarkıcı/şarkı yazarı Kenny Anderson (aka King Creosote), albümlerini 2003'ten beri düzenli olarak kendi plak şirketinden yayımlayan bir sanatçı. Bu çalışmalarını 2011'de "Thrawn" isimli bir koleksiyonda toparlayıp piyasaya süren Anderson, ilk gerçek uzunçaları diyebileceğimiz "Diamond Mine"ı da yine bu yıl içinde tamamladı. İngiliz Techno/Ambient prodüktörü Jon Hopkins ile ortaklaşa kotardığı albüm, Anderson'ın kendi sözleriyle "İskoçya'nın sahil kırsalındaki yaşantı için yazılmış romantik bir soundtrack..." Gerçekten de etkisi tüm kayıtlarda hissedilen huzur verici vokal, sakin besteler ve Hopkins'in duru düzenlemeleri (7 şarkılık ve 32 dakikalık bu kısa) albüme benzeri zor bulunur bir hava verirken, aynı zamanda insanı karanlık gecelerde (bir kadeh içki ve bir battaniye ile mesela) bambaşka diyarlara götürebilecek kadar güçlü ve sarsıcı bir deneyim sunuyor. Ana akım dışında bir şeyler de dinlemek isteyen müzikseverler için "tecrübe edilmesi zorunlu" bir deneyim bu... 9/10